"Adalet, inat, umut ve sebat"

-
Aa
+
a
a
a

Hrant Dink'in katledilmesinin on yedinci yılında, Aylin Vartanyan, Hale Tenger ile Sebat Apartmanı'nın cephesine yansıtılmak üzere tasarladığı projeksiyon çalışmasını konuşuyor.

"Adalet, inat, umut ve sebat"
 

"Adalet, inat, umut ve sebat"

podcast servisi: iTunes / RSS


Aylin Vartanyan: Bugün, Hrant Dink’in katledilmesinin üzerinden on yedi yıl geçti. Bugün Hale Tenger ile Hrant Dink'in ve çalışma arkadaşlarının yıllar boyu Agos Gazetesi’ni çıkardıkları, şu an 23,5 Hafıza Mekanı olarak varlığını sürdüren Sebat Apartmanı’nın cephesine yansıtılmak üzere tasarladığı projeksiyon çalışması üzerine konuşacağız.

Ayrıca, Hale Tenger ile Hrant Dink’in kaybı sonrasında bir sanatçı olarak nasıl etkilendiğini, bu durumun sanat çalışmalarına nasıl yansıdığını ve umutlarımızın hırpalandığı zamanlarda sanatın bizlere nasıl bir alan açabileceğini de konuşacağız.

Konuşmaya geçmeden Hale Tenger’i kısaca tanıtmak istiyorum. Kaynağını kültürel politik, tarihsel ve psikososyal referanslardan alan çalışmalarıyla izleyicinin duyusal ve düşünsel dünyasını eş zamanlı olarak uyarmaya odaklanıyor. Karmaşık ve yüklü içerikleri damıtarak oluşturduğu görsel ve işitsel metaforlar aracılığıyla bellek, mekan ve zaman bağlantısı üzerinden izleyiciyi içsel bir deneyim yaşamaya teşvik eder. Tenger’in birbirinden farklı malzemeleri incelikli bir şekilde bir araya getirdiği geniş üretim yelpazesi, kapsayıcı yerleştirmelerinin yanı sıra video, heykel ve fotoğrafı da içerir. Sanatçının yerleştirmelerinde ve videolarında sıklıkla kullandığı ses, bazen özgün bir müzik, bazen bir anlatı veya ses arşiv kayıtlarının düzenlenmesi gibi farklı biçimlerde yer alır. Tenger, zaman zaman nesir ya da şiir formunda yazdığı metinlerinin seslendirilmiş hallerini de bir öyküleme aracı olarak çalışmalarına dahil eder.

Yıllar önce Boğaziçi Üniversitesi’nde yaptığı ilk konuşmasını dinlediğim andan beri seyirciyi pasif konumundan çıkarıp aktif bir şekilde işlerini deneyimlemeye davet etme şekli,  politik duruşu ve sanat işlerindeki hassasiyeti ve titizliği beni çok etkiledi. Kendisine birçok davetim oldu, farklı ortamlarda çalışma ve konuşma fırsatımız oldu. Zor zamanlarda bu programı yapabiliyor olduğumuz için çok mutluyum şu anda da.

Hale Tenger: Hassaslığımızın iyice arttığı bir güne denk geliyor olması sebebiyle ayrıca müteşekkirim ben de.

A. V.: Biraz bir zor, kişisel bir soruyla başlayacağız. 2007’de Hrant Dink’in ölüm haberini aldığında neredeydin?

H. T.: Hepimizin yarası aslında hem fiziki olarak bu haberi duyma anımız hem de Hrant Dink’in katledilmesinin bir yarattığı etkiler.  Düşünsel ve duygusal anlamda karman çormandı, hepsi iç içe geçmişti. İlk anı unutmam mümkün değil. Başkalarıyla konuştuğumda da görüyorum ki, herkesin spesifik olarak hatırladığı bir durum bu. O kadar şoke ediciydi ki, bu haberi duyduğunda ne yaptığını unutan kimse yok. Üretimi devam eden bir proje için bir atölyeden çıkmıştık. Yanımda da Çağla Köseoğulları vardı. Bu üretimin yapıldığı atölyeden çıkmış arabada ilerliyorduk. Direksiyonda Çağla vardı, Levent civarında bir yerdeyken ona bir telefon geldi ve konuşmaya başladı. Ben karşı tarafın ne dediğini duymuyordum ama Çağla'nın yüzünün düştüğünü gördüm ve çok kötü bir haber aldığını anladım ama aklıma bir yakınının başına bir şey geldiği, bir kaza, bir şey olduğu geldi. Çok kısa kesti konuşmayı, yani konuşmaya devam edemedi. Kapadı.

İkimizin de ortak bir arkadaşıymış arayan. Ölüm haberi bu şekilde geldi bize. Çağla arabada direksiyon başında zaten, katatonik bir şekilde ama ilerliyoruz. Ben böğürerek ağlamaya başladım. Çok dile getirdim bunu ama dile getirmekten çekineceğim bir durum değil çünkü benim için çok özel. Ben çok fazla ağlayan biri değilim. Babamı kaybettiğimde, haberi geldiğinde gece vakti ağladım. Bir kedimiz vardı. Hem içeride hem dışarıda, gidip gelen bir kedimizdi, öyle severdi. Bir gün sokak köpeklerinin parçaladığı halini buldum onun. O zaman böyle böğürerek ağlamıştım. Yani bu spesifik ağlamalar dışında, Hrant’ın ölüm haberiyle kendimi kaybetmişçesine ağladım. Sonrasında zaten hepimizin katıldığı yürüyüşler, cenaze töreni, anmalar vesaire, bunları hatırlıyorum. Hepimizin ortak hafızasında yer alan, paylaştığımız yas ve üzüntüler dönemi oldu.

Bir soru çok düşündürdü beni. Ben Hrant'ı televizyon programlarından, yazılarından, öyle tanımıştım. Şahsen karşılaşmamıştık. Çok seviyordum kendisini ve konuşmalarını çok takdir ediyordum. İçtenliğinden etkileniyordum. Tabii düşüncelerinden de. Eşitlikçi, barış üzerine zengin dünyası beni çok etkiliyordu. Aylar süren bir yas sürecim oldu aileden biriymişim gibi. Uzun bir süre sonra bunu analiz edip anlayabildim.

Hale Tenger -  “Lahavle”, 5 Nisan - 5 Mayıs 2007

Zaten o sırada, 2007’de hazırladığım proje de “Lâhavle” projesiydi, Kazım Taşkent galerisindeydi. Projenin içeriği patriyarkal, baskıcı politikalar altında ezilen halktı. Çok büyük, dev ayaklar... Duvarlara dönerek derviş gibi neredeyse. Ama çaresiz dervişler gibi. Yollarda sürekli ilerlemeye çalışan, tekerlekli şeylerle, ellerinde takozlarla ilerlemeye çalışan, yukarı çıkıp düşen görüntüler silsilesi. Ve Serdar Ateşer’in yaptığı, nedense bana toplama kamplarına giden trenleri anımsatan bir vagon sesi vardı, ağır bir müzikti. Bu projeyi hazırlıyordum zaten.

Bakış açım, Türkiye’de politik cinayetlerin bittiği yönünde, naif ve biraz geriye dönük bir bakıştı. Hani, yeter artık. “Lâhavle” zaten o demek. Sabrımızın sonuna geldiğimiz anlarda söylenen bir şey. Ama biraz da dilek gibi, geçmişe bakıyoruz. Böyle naif bir şekilde yakalandım ben Hrant’ın ölüm haberine. Bunu sonra anlayabildim. Kendim için değil, 1996 doğumlu kızım Leyla'nın geleceği için umutsuzluğa kapıldım. Bu çok sertti. Sonraki jenerasyonun daha sağlıklı, daha demokratik, daha eşitlikçi bir ülkede yaşayabileceğine dair olan ümidim söndü. Çok sertti.

A.V.: Rakel Dink de genel olarak konuşmalarında, bu gerçeğin mirasını gençlere nasıl bırakacağımız konusunda endişelerini paylaşır. Sen de işlerine aktarıyorsun, taşıyorsun bu geçmişi yalandan kurtarmak meselesini. Güzel bir sözü vardı Rakel Dink’in, onu hatırlattı bu söylediğin; "Şu geçmişin kilidini açalım da özgür kalsın acı dolu ruhlar. Evimizi inşa edeceğimiz sağlam kayadır gerçek. Hakikat sağlam kayadır." Hrant Dink anma konuşmasından bu. Belki buna referansla senin işlerine, ölüleri geçmişten çıkarmak diyebiliriz.

H. T.: Benim düşüncelerim de buna doğru gitti. Hrant Dink’in öldüğü an ne yaptık, yas döneminde ve arkasından ne yaptık diye. Hepimiz kendi üretim alanlarımızda bir şeyler yapmaya çabaladık. 2007 yılının Eylül ayında, İzmir’deki bir uluslararası grup sergisi için yeni bir iş hazırlamam istendi. “Rüzgarların Dinlendiği Yer” adıyla, Edip Cansever’e referansla bir yerleştirme gerçekleştirdim. Hrant Dink anısınaydı benim için. Tam da senin söylediğin gibi, Rakel Dink’in çok güzel ifade ettiği gibi bir düşünceyleydi. İzmir’deki yerleştirme yaptığım mekan eski ve boş bir Levanten konağıydı. Yaşanmışlık içeren, yerleri parke salonuna ben 16 tane vantilatör yerleştirdim. Bu fanlar çok yüksek hızda, başlıkları sağa sola dönerek çalışıyorlardı. Kabloları da gereğinden uzundu, bataklıkta yılanlar geziyor gibiydi. Biraz karanlık yani. Mekanı da loş tutmuştum. Bu mekanın, çepeçevre süpürgeliklerinde, Edip Cansever’in aynı isimli şiirinden “Çıkardık mı su altındaki ölüyü?” ve “Çıkarmadık su altındaki ölüyü” dizeleri peş peşe birbirini kovalar gibi dönüyorlardı.

Biraz baş döndürücü. Fanların da etkisiyle; havalandırma ihtiyacı veya arzusu, dileği… Konuşulmamış, bastırılmış, üstü kapatılmış tüm kayıplarımızla ve ölülerimizle yüzleşmek anlamında, yüzleşmediğimiz kayıplar anlamında havalandırmak. Yüzleşmeye bir davet gibiydi. Bu o sene, 2007’de ürettiğim bir işti. Daha sonra başka işler de yaptım aynı dizelerle.

2019 yılında tekrar, “Rüzgarların Dinlendiği Yer” şiirine döndüm. O şiirde Edip Cansever, dört dizeyi özellikle dışarıya doğru çıkarır diğer bütün dizeler aynı hizada devam ederken;

"Çıkardık mı su altındaki ölüyü?"
"Çıkarmadık su altındaki ölüyü."

Bunları, “bakın bunlar gözünüzden kaçmasın, bunlar bütün ağırlığıyla burada” der gibi dışarıya çıkık yazar şiirinde. Bu 1980’de yayınlanmış bir şiir, Türkiye’nin çok sert politik zamanları yine. Seksenleri hatırlarsak, yine siyasi cinayetlerin olduğu, her günümüzün siyasi cinayetler ile geçtiği bir dönemdi. Bir hafifleme arzusuyla, şiirin adına da rüzgarların dinlendiği yer der.

2007’deki işimle havalandırmak üzerinden de bağlantı kurabileceğim bir iş yaptım 2019’da. Bir denizin ve kırlık bir alanın iki görüntüsünü video projeksiyon olarak karşı karşıya koydum. Rüzgarların bir heykeltıraş olarak, bu kırlık alan ve denize form verdiği görüntüler kullandım. Kırlık alandaki bitkilerin eğilip bükülmesi, otların veya denizin üzerinin kabarıp alçalması, ürperip sakinleşmesi gibi görüntüler. Bu iki görüntünün devamında, onların birbirine paralel oluşturduğu aksın üzerinde -Edip Cansever’in şiirindeki çıkıklık gibi- “gözünüzden kaçmasın yalnız, bu güzel, ferahlatıcı görüntülerin ardında da bakın bu var” diye, içi yanık araba yağı dolu, simsiyah bir dikdörtgen havuzdan çok yavaş olarak “Çıkardık mı su altındaki ölüyü” cümlesi çıkıyordu. Sonra çok yavaş olarak tekrar batıyordu, derken “Çıkarmadık su altındaki ölüyü” cümlesi çıkıyor ve tekrar batıyordu. Bu böyle sonsuz bir şekilde devam ediyordu.

2007’deki fanlı işe göre, çok daha ağır bir işti. Aslında serginin tamamında, şiiri düşünerek ürettiğim bu işlerde, Edip Cansever’in umudunu yansıtmaya çalışmıştım. O şiirini kirazlar aynalar diye bitirir. Ayna, aynadan bir yansıtmayla bir deniz, işte çok güzel bronz kirazlar, üstlerinde su taneleri, bir musluk, bir sazlık görüntüsü… O hafifliği de ortaya çıkarmaya çalışmıştım. Ve bu ikisinin arasında gidip geliyoruz hâlâ, umut ve umutsuzluk arasında bir salınım halindeyiz.

A. V.: O işini çok canlı bir şekilde hatırlıyorum. Seninle de bir sohbetimiz olmuştu o işle ilgili. Ama ben de dahil olmak üzere bir sürü arkadaşım, eski öğrencilerim de katılmıştı o konuşmaya. Ortak hissiyatımız çok çağrışımlı bir sergi olmasıydı. Benim de aklıma gelen ilk referans ister istemez hakikatle ilgili, ulaşamadığımız, ortaya çıkamayan, Edip Cansever'in şiirinde ölü olarak geçiyorsa da hakkını veremediğimiz, belki hesabını ödeyemediğimiz ölülerimize dair meseleler bende canlanmıştı. Kullandığın o yanık yağ materyali içimizdeki katranlaşmayı çok güzel ifade ediyordu. Öte yandan da duramadığımız, dinlenemediğimiz bir zamanlar silsilesi içinden geçiyoruz. Senin o çalışma alanın içine girmek durup geçmişle ilgili, kendimizin yapabileceği hesaplaşmalar da yapabileceğimiz bir alana girmekti. Zaten iyileştirici tarafı da bu. Bunları yapamazsak devam etme yetimizi de kaybediyoruz. O katranın içinde kalıveriyoruz ne yazık ki. Çok güzel bir işti.

Bir de, çok etkileyici, farklı iki ortamda sergilediğin bir iş daha var. Birincisi Kapadokya’daydı; Hayat, Ölüm, Aşk, Adalet. Sonra İstanbul’a geldi o iş. Hırant Dink’in söylediği bir işten ilham almıştın, su çatladığını buldu sözü. Aynı işin farklı mekanlarda sergilenmesi üzerine bir şeyler söylemek ister misin?

H. T.: İlk önce Kapadokya’da bir ses yerleştirmesi olarak gerçekleştirmiştim. Doğaya dokunmak istemedim orada. Bir metin yazmaya başlamıştım, sonra o metni bıraktım çünkü kullanacağım hoparlör gelince efektinin beklediğimden daha iyi olduğunu görüp daha konsantre bir metin yazmam gerektiği fikrine varmıştım. O ilk hazırladığım metni de sonra İstanbul Bienali’nde kullanmıştım, Suret, Zuhur, Tezahür adlı Büyükada’daki çalışmada.

Cappadox Festivali kapsamında yapılan bu sergiden bahsetmişken Fulya Erdemli’yi de anmak isterim. Onun küratörlüğünde yapılmış bir sergiydi. Yazdığım çok kısa bir metindi, bir kadın sesinden fısıltı halinde doğanın içinde işitiliyordu. Sesin nereden geldiğini anlamak mümkün değildi bu hoparlörün teknik özellikleri sayesinde ve Hırant’tan iki alıntı vardı. Leonard Cohen’e atfediliyor bu alıntı çünkü “her şeyde bir çatlak vardır, bir çatlak vardır, ışık öyle girer içeri” şeklinde çevirebileceğimiz bir dizesi var. Aslında bu tabii Mevlana Celalettin Rumi’den kaynaklı bir alıntı. Hırant Dink’in çok etkileyici bir anektodu var, bir annenin kaybı hakkında.

"Sivas'ın bir kazasından yaşlı bir bey telefonla aradı bir gün. Dedi ki: Oğul, aradık seni bulduk.Burada yaşlı bir kadın var, herhalde o da sizden. Kadın Allah'ın rahmetine kavuştu. Yakınını falan bulursan gönder, gelip alsınlar ya da biz burda namazımızı kılıp gömelim. Beatris Hanım, diye biriymiş yetmiş yaşında. Fransa'dan oraya tatile gitmiş. Aradım, on dakika icinde buldum yakınlarını, sonuçta biz birbirimizi biliriz,çok azız çünkü. Gittim dükkanlarına, sordum: Böyle birini tanır mısınız? Dükkândaki orta yaşlı kadın döndü, O benim anam, dedi. Fransa'da yaşadığını, senede üç dört kere Türkiye 'ye geldigini, gelince de dogrudan köyüne gittigini soyledi. Durumu anlatınca ben, hemen kalktı yola koyuldu. Ertesi gün telefon açtı bana. Anasını bulmuştu. Ağlıyordu. Naaşı getirip getiremeyeceğini sordum. Abi ben getireceğim de burada bir amca var bir şeyler söylüyor, dedi. Telefonu ağlayarak amcaya verdi. Kızdım amcaya, neden ağlatıyorsun kadını diye. Oğlum, bir şey demedim...Kızım anandır, malındır ama bana sorarsan bırak kalsın, burada gömülsün... Su çatlağını buldu, dedim. İşte o anda döküldüm ben. Anadolu insanının ürettiği bu deyişten, bu algılamadan döküldüm. Evet ,su çatlağını bulmuştu. Doğrudur, Ermenilerin hakikaten bu ülkede, bu topraklarda gözü var, çünkü kökümüz burada bizim. Ama merak etmeyin,bu topraklari alıp gitmek için değil, bu toprakların gelip dibine girmek için...

Hrant Dink bu “su çatlağını buldu” deyişini çok etkileyici bulduğunu anlatır. Gerçekten çok etkileyici hikaye de bu deyiş de. Ben bu deyişi kullanmıştım. Bunu bir soru cevaba çevirmiştim.

“Su çatlağını bulur” dedi
Su gibi çatlağını bulabilir misin?
Ağaçta, bir kuş olabilir misin?
“Her şeyin içinde bir çatlak, bir çatlak var” dedi
Çatlaktan giren ışık olabilir misin?
Yapmadan olabilir misin?

Bu tabii, doğa içinde deneyimleniyordu. Daha sonra Didem Yazıcı’nın küratörlüğünde şimdiki Yapıkredi binasında bir sergiye dahil edilmek istendi. Sesi nasıl yerleştirebiliriz diye düşünmeye başladık. Akdeniz Heykeli’nin de olduğu ön çok geniş bir alanı var binanın, merdivenlerle yukarı çıkılıyor. Sergi alanına tam girmeden önce, o merdiven aralığı gibi tarif edebişeceğimiz, tam da Galatasaray meydanına bakan pencerelerin oraya sesi fokuslamaya karar verdik. Çok farklı vehçeye büründü. Çünkü hâlâ polis demirleriyle çevrili olsa da, Cumartesi Anneleri’nin heykelin etrafında kayıplarını anmalarına izin veriliyor şimdi. Ama çok yakın bir zamana kadar meydanda toplanmalarına dahi izin verilmiyordu, her Cumartesi hepsi tutuklanıyordu. Bunu inatla sürdürdüler ve hiç olmazsa şimdi karanfillerini bırakıp tekrar bize bu yüzleşilmeyen hakikati hatırlatmaya devam ediyorlar.

Bu ses yerleştirmesi orada çok farklı bir deneyim yaratıyordu. Bunu işittiğiniz sırada, aşağıda absürt bir şekilde etrafı polisler tarafından korumaya alınmış bir heykel görüyordu. Ceza verilen bir heykel gibi. Mesela bir turist olarak bunu anlamak mümkün değil. Türkiye hakkında bilgisi olmayan birinin güleceği bir şey. Bir heykel var ve bu polis tarafından korunuyor, ne kıymetli heykelmiş denecek, dalga geçilecek bir durum. Öyle acayip bir ortamda bu ses deneyimlenmişti. Şimdi olsa mesela, en azından Cumartesi günleri yakınlarını anmak için orada durabiliyor insanlar.



A. V.: Evet, Kalben’in bu güzel parçasından ve parçasında paylaştığı güzel sözlerden sonra tekrar sevgili Hale Tenger ile birlikteyiz. Havva’nın Türküsü parçasının başında Kalben şöyle diyordu; bütün insanların renklerinden, dillerinden, inanç sistemlerinden, cinsiyetlerinden ve kimliklerinden bağımsız olarak özgür yaşayabilecekleri bir dünya hayalini paylaşıyordu bizimle. Bir umut sözüydü, bu umut arzusu vardı bu sözlerinde.

Şimdi tam da senin Sebat Apartmanı’nda 18 ocak 2024 akşamı yansıtılacak, hava karardıktan sonra izleyicilerimizin görebileceği yansıtma üzerine biraz konuşalım istiyorum. Bu seçtiğin form, yansıtma için seçtiğin görsel, bize ne diyor? Umut hakkında bize neler söylüyor? Tabii umut çok yüklü bir kelime. geçenlerde de bir çalışmada sevgili arkadaşımız Birsen Atakan’ın bana hatırlattığı ve içime çok dokunduğu sözü de buraya bırakmak isterim: Umudu yeşertmek umudu, canlı tutmak kavramı yerine, umudumuzu üzmeyelim kavramını önermişti sevgili Birsen. Umudumuzu nasıl üzmeyeceğiz? Sevgili Hale, bu projeksiyon bu konuda bize nasıl ilham veriyor?

H. T.: Umudu üzmemek çok güzel bir tanımlama. Umudu yeşertmekten ziyade umudu soldurmamak dönemindeyiz. Umudu da soldurmamak için özel çaba sarf ediyoruz. Hatta o kadar çok çabalıyoruz ki enerjimizin, yaşam kaynağı olan enerjimizin çok büyük bir kısmı buraya gidiyor ve bu aslında yoğun bir yorgunluk, geri çekilme, bıkkınlık, yılgınlık hislerine kapı aralıyor. Çünkü hepimizin enerjiye ihtiyacımız var. Bu enerjiyi ayakta tutmadan günlerimizi sürdürmek çok zor. Sağlıklı olmak, akıl sağlığımızı korumak çok zor. Dolayısıyla soldurmamaya çalışmak diye tanımlamak isterim. Çünkü anormal bir çaba halindeyiz ve bunu her gün tekrarlamak gerçekten hepimizi çok yoruyor.

Ben yapamıyorum. Dolayısıyla bir iniş çıkışlar yaşıyorum. Ama kendimizi takip etmemiz lazım kendi iç dünyamızı kontrol altında tutmaya çalışmamız lazım. Çünkü başka türlü verimli olamayız. Bu enerjiyi iyi kötü canlı tutmamız lazım soldurmadan. Umutlarımız çok hırpalanıyor. Umudu üzmemek lazım. Ama o kadar çok şey oluyor ki umudumuzu üzen. Bu yoğun döngü içinde hepimiz debeleniyoruz.

Ben bu durumu bu sene ki on yedinci anmada, çok sade bir şekliyle bunu yansıtmak istedim. Yani projenin içeriğinde bu düşünce ve ruh hâli var. Hrant Dink’in anısına ve onun mirasına, bize bıraktıklarına sahip çıkma hâli. Agos kelimesinin anlamına da gönderme yaparak Hrant Dink’in görselini kullanıyorum projede. Hrant Dink’in bu profil görüntüsü yansıtılırken Sebat Apartmanı’nın cephesine ve bir bitki bir fidanın büyümesini animasyon olarak görüyoruz. Bu görüntü bir süre devam ediyor, sonra kayboluyor. Sebat Apartmanı’nın cephesinde “Adalet” kelimesi beliriyor, bir Türkçe bir Ermenice olarak tekrarlanıyor.

Adalet kelimesi beliriyor, bir süre sonra tuz buz olup yere düşüyor. Ama iş döngü halinde olduğu için, tekrar Hrant Dink ve bitkinin yeşermesi ve büyümesi görünüyor bütün gece boyunca. Evet yani çok sade ve basit. Hem umudu içermesini istedim, hem Hrant Dink’in anısını yaşatarak, onun özellikle halkların barışı üzerine düşüncelerini yeşertmeye çalıştım. Soldurmadan devam etmek üzerine bir proje diyebilirim. Ama adaletin de ayaklar altında, yerlerde olduğunu da farkında olarak, ikisinin bir aradalığı içinde. Çünkü adalet hakikaten, özellikle de daha görülmekte olan davanın son aşamasında hepimizin çok hepimizi çok üzen hırpalayan bir yön aldı ve hakikaten adaleti gözünüzün önünde tuz buz olduğunu görüyoruz.

A. V.: On yedi sene olduğuna inanmak zor geliyor bana da. On yedi sene sonra geldiğimiz yerde de senin de söylediğin gibi tuzla buz olmuş bir adalet gerçekliğinin karşısında nasıl bir duruş sergileyebiliriz? Hrant Dink’in de de her zaman yaptığı gibi, düştüğü yerden kalkarak, düştüğümüz yerden kalkarak, umudumuzun hırpalandığı yerden tekrar kalkarak yaptığımız her işe devam ederek. Senin de yaptığın gibi bir sanatçı olarak. Rakel Dink 2021’de yaptığı anma konuşmasında şunu da hatırlatıyor bize;

“Seni andığımız her 19 Ocak’ta başka zulümleri de anmaya hatırlatmaya çalıştık. Resimler yan yana konduğunda, o acı albümü birlikte bakıldığında, belki asıl katil ayan beyan ortaya çıkar.”

Umudumuzu hala saklıyoruz tabii ki ve bütün kayıplarımızın yaslarını bir şekilde yan yana gelerek Sebat Apartmanı önünde tutmaya çalışıyoruz. Apartman isminin sebat olması da bana da sebatla adaleti beklemeyi çağrıştırmıştır. Sebatla bekliyoruz adaleti. O açıdan da yansıtmanın apartmanın üzerinde olması da çok manidar.

H. T.: Aklıma Ümit Kıvanç’ın lafı geldi, “umudum değil, inandım var” der o. Umut şart, umutsuz yapamayız. Umudun gerçekten sıfırlandığı noktada ben kendi adıma yaşamımı sürdüremeyeceğim, düşünüyorum. Birazcık kırıntı bile olsa bir umut var. Yani “umudum yok, inadım var” lafının altında gene de bir umut var. Çünkü inat da aslında umut ve inatla anmaya enerjimizi yitirmemeye çalışıyoruz.